2019 Nisan
Adahan İstanbul Galeri -1, İstanbul

Niyetin Taşıyıcısı

Derler ki ‘hasret’ tam da kavuştum dediğin yerde başlarmış. Adı konulduktan; bu gurbet diyarında ‘garîb’ olduktan sonra, gönlün taşıyabileceği en ağır yükle dolmuşken, bildi: Hasretini dindirip vuslata ermek isteyen, yolu Aşk ile bulacaktı.

‘Uyanan Kapılar’ın karşısında, o Eşik’de durmuşken ‘Bekleyen’, Kapı’nın ancak ‘beklemekten bîtap düşmüş de vazgeçip gitmemişe’ açılacağını biliyordu. Şimdi artık teklif edilmiş olan değil, boynunu o nazara yatırmışın, o sunak masasında İshâk olup yatmışın, İsmail olup kalkacak olanın heyecanıydı bu. Karşılayacak olan Sultan; canı alıp canı verecek olan Sultan… Çünkü bildirmişti: Onu isteyen, Onu bulur; Onu bulan, Onu bilir; Onu bilen, Onu sever. Onu seven, Ona âşık olur. Ona âşık olana, O da âşık olur. Ve O kime âşık olmuşsa, onun canını alır. Ve O kimin canını almışsa, diyeti bizzat O olur…

Senden gayrısının yürüyemediği o yolda, Emanet, ancak ‘niyetini unutmayana’ teslim edilirmiş. Hani o seher vaktinde demişti ya: İsmail’em, Hakk yoluna canımı kurban eylerem… Şimdi hasat zamanı! Bilmek ve kavuşmak isteyenin yolu, ‘o Şahin’in ardına düştü bir kere. Merkeze, ta gönüle, sırrın oku atıldı mı, “o Şahin”, gözlerine dokundu mu, ‘diri olacak olan’a kapı açılır!

“Herkes Kendi Kendinde”…
Yolcu, Kapılardan geçeceğini bilmişti de kuyunun en derinine düşüp hak ederse Yusuf olup çıkacağını bilememişti. Suya baktı, suda suretini gördü, yolu gönlüne düştü; gönlünde nakkaşı ararken, nakşa dalıp aşka düştü.

Kendi diyârından ayrı kalan,
diyârına dönmeye çalıştı.
Hatırlamak için olup geçeni,
yolun sesini dinledi.
Yol onu bekliyordu; alıp götürdü…
Hiçbir şey eskisi gibi olmadı artık;
toprağın, suyun, ateşin, rüzgârın çağırdığı kapılarda, aşılmazı aşacak olan sırları bildi:

“Gördüğün sen misin?” dedi kendine,
“Bak!”
Sen bilmezsen kendini,
kim bulacak seni sende…
Sırrını bilmek, kendini bilmektir;
sırrını bilmek, yolunu bilmektir;
açılan yollardan “kendine” gelebilmektir…

Kapılar
Sâlik bildi ki bu yol, yokluk yoludur. Kendini kendinden doğurmaya talip olmuşsa, bu yol, terk yoludur: ‘Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk’… Geçer dört kapıdan; geçer dört “sır’at”dan; kopar nefs bağından; terki terk edip de geçer bu dünyadan…

Lâmekân ilinde menzil tutan nicelerinin o “talep, sohbet ve halvet yolunda”; kalbe doğru çarpan ‘sesler’ akıl bağlarından kurtardığında; gözler körleşip, sadece kalpten ibaret kalındığında; gidenlerin nuruyla aydınlandı Kadın, gelenleri, nuruyla karşıladı.

Geceler günlere, günler gecelere dönerken o ‘Çöl’ün ortasında, niyeti rehber oldu; vakti geldi, hasreti yönünü gösterdi: Anladı: Teslim olmuşsa gönül; önünde açılacak olan, Bakire’nin sırrı idi…

O seher vaktinde, bütün âlem uyanmışken; bütün âlem, onun eminliği, teslimiyeti üzerinde kıyâm etmişken; Dirilecek Olan’ın, acziyetinden gayrı hiçbir şeyi kalmamıştır artık. Korkularından, bildiğini zannettiği bütün öğretilmişlerinden kurtulup, bu yola kendini bedel adadığında, önünde Ferâgat Kapısı açılır. Ve artık kendini bilip de gelmiş, kendini bulup da dirilmiş o Bakire’nin, ilkesi olur: Hürmet, Merhamet, Muhabbet… Hürmeti hatırlatır Bakire, kalpler buluşsun diye; merhameti hatırlatır, kalpler acz içine düşmüşü anlasın diye; muhabbeti başlatır, ‘Kelâmıyla Dölleyen’ doğsun diye. Ve Bakire’ye, nefsi başlangıcın safiyetinde uyanmış olana, o sofra bahşedilir: Mâide Sofrası. Şimdi ‘doğmuş olan’ doğuracak; o rahimden, üç ilke hayat bulup dünyaya yayılacaktır…

Her menzilde konaklayan, emaneti teslim almış o Bakire, gün olur, Hz. Meryem diye anılır; zamanlar değişir Hz. Fâtıma diye anılır; Kibele, Sekine, Şakti diye anılır; anlayışı ve merhametiyle birleştiren, ferâgat ahlâkı üzere yürüyenin sembolüdür.

Onlar övülmüşler makamındadır; masumiyet ve safiyetleriyle Bâtın’a ait olan onlar, örtüleri ardında sırlarını taşır. Hikmeti arayanların peşinden koştuğu o dişil ilke; Sophia’dır. Sözü dua, gözü mühür olmuş o Rahim, bu dünyada Garîb olmuşa, bu dünyada düşüp kaybolmuş nefse, özünü bulup kavuşma yolculuğunda rehber olandır. O masum ki yolun sahibi olmuşken, o yolun davet edeniyken, Meryem olmuşken ona İsa bahşedilir. Çünkü kendi kendinin annesidir; kendinin reşidi olmuştur ve Kelâmıyla Dölleyecek Olan’ı, kendinden doğurmuştur. Gönlünü kıble yapmış o Masum, “Vaktin Çocuğu” doğsun, nefes olsun diye, zamanı bekler.

Ve bu dünyada Garîb olmuşlar, yollarını her kaybedişlerinde, düştükleri her acziyette, onun rahmeti üzere yol bulup Vicdan Kapısı’na ulaşır. Meryem olmuş olan, zamanın her durağında, uyanıp dirileceklere nefes olmayı bekler.

Hatırla!
Bugün yeniden hatırlanacak, hatırlatılacak olan Sophia, Meryem. Çünkü “Bugün küstürdüler” demişti Bilen; “Hürmet, merhamet ve muhabbet ortadan kalktı; bugün Sophia’yı küstürdüler”. Küskünlük bitsin diye, Mâide Sofrası yeniden kurulup, dirilmiş gönüller beslenip doysun diye, yeniden hatırlanacak olan Meryem…

Hürmet, muhabbet, merhamet unutulmuş, yok olmuşsa; vakit dar vakittir, vakit zor vakittir; ama vakit, o vakittir. Çünkü rahmin en sancılı anında gerçekleşirmiş doğum. Şimdi vakit, o vakittir. Bu yolda nefes nefese koşanlar; sabahın kızıllığında Zühre’yi görüp, can bulmuşlar, canlanıp nefes bulmuş kalpler, artık anmaktan gafil değildir. Ve onlar, hatırlayacak olanlardır. Onlar, ayân olmuşları beyan etmek için vaktin gelişini bekleyen O Hayat Veren Bakire ile buluşmayı, onun rahmetiyle canlanmayı hak etmiş olanlardır. Niyetin Taşıyıcısı olan onlar, ikrarını hatırlayanlardır. Şahit olmuşlar, ben’lik dağını delip ‘bir’lik vadisinde kavuşmuş olanlardır. Onlar, bu davete uyup Meryem’i hatırlayacak ve hatırlatacak olanlardır…

İsmet YAZICI
İstanbul, 30.11.2018